Saltanatın Kaldırılması (30 Ekim)
1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiye Kanunun 1. Ve 2. Maddelerine göre esasen saltanat fiili olarak sona ermiş, memleketin kaderine T.B.B.M el koymuştur. Fakat bunu kanunun kesin ve açık anlatımıyla belirtmek, böylece İstanbul Hükümetini dayanaksız ve hükümsüz kılmak gerekiyordu. M. Kemal Paşa, Padişahlığı kaldırmayı çok önceden tasarlamış bulunuyordu, ancak onun bu niyetini sezen bazı millet vekilleri Saltanat ve Hilâfet kurumunun yaşamasını, ancak son Osmanlı Padişahının Milli Mücadeleye ihanet ettiği için değiştirilmesini, nihayet bazı milletvekilleri de bu makama M. Kemal’in getirilmesini istiyorlardı. Padişahlığın aleyhinde bulunanlardan bazıları bile halifeliği, İslam birliğini temsil etmesi bakımından gerekli sayıyorlar ve saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmadığı için ister istemez padişahlığa göz yummak gereğini duyuyorlardı. Az sayıda millet vekili de saltanatın kaldırılmasından sonra M. Kemal’in otoritesinin, meclis otoritesini zayıflatacağını ileri sürüyorlardı.
O sıralarda Vekiller Heyeti Reisliği’nde Rauf Bey (Orbay) bulunmaktaydı. 2. Grup adı verilen padişahın iktidarına taraftar olanlarca seçildiğinden, Rauf Bey, o tarihten itibaren M. Kemal Paşa’nın hareket tarzından uzaklaşmaya başlamıştı. Bir süre sonra Ankara’da, Rafet Paşanın (Bele) Keçiören’deki evinde saltanat konusunda M. Kemal Paşa, Rauf Bey, Rafet Paşa ve Ali Fuat Paşanın katıldığı bir görüşme yapıldı. Rauf Bey M. Kemal saltanatın kaldırılmasına niyeti olduğu hakkındaki söylentilerin neye dayandığını sordu. Gazi M. Kemal, Rauf Beye saltanat konusunda ne düşündüğü şeklinde bir karşı soru ile cevap verdi. Rauf Bey kendisinin ve babasının ekmeğini yemiş oldukları padişahlarını devamına taraftar olduğunu açıkça söyledi. “Asırlardan beri süren bir hükümetle çevrili olarak ve tebaalarının ihtiras ve kavgalarının üstünde tahtta kalmaya devam etmelidirler” şeklindeki görüş tarzını Rafet Paşada onayladı. Ali Fuat Paşa ise, Rusya’dan yeni dönmüş olduğunu mazeret göstererek özür diledi ve konuşmaya katılmayı reddetti. M. Kemal Paşada, bu konuyu görüşmek için gelmiş olduğunu söylemekle yetindi. Oysa Gazi M. Kemal, daha Samsun’da, hatta 1907’de Selânik’te verdiği kararı uygulamak için en uygun fırsatı beklemekteydi. Bu fırsatı kendisine, Lozan Barış Konferansına hem T.B.M.M. Hükümeti’ni, hem de Bâbıâli Hükümeti’ni davet eden İtilaf Devletleri’nin tutumu vermiş oldu.
17 Ekim’de Sadrazam Tevfik Paşa, M. Kemal Paşaya bir telgraf çekerek, barış konferansına gidilmesini ve Ankara’dan bir delege gönderilmesini istedi. M. Kemal, Tevfik Paşaya verilmek üzere İstanbul’da Ankara Hükümeti’nin temsilcisi Hamit Bey’e yazdığı telgrafta Tevfik Paşanın devlet siyasetini karıştırmak suretiyle çok büyük bir sorumluluk yüklendiğini bildirdi. Tevfik Paşa 29 Ekim’de Sadrazam ünvanıyla çektiği bir telgrafla doğrudan doğruya T.B.M.M. Başkanlığı’na müracaat etti. Bu arada M. Kemal, T.B.M.M’ne yansıttı.
Tevfik Paşa’nın 29 Ekim tarihli telgrafında: “Eğer Bâbıâli konferansa katılmazsa, devletin altı asrı aşan bir zamandan beri müesses ve mahfuz olan bütün İslam aleminin ilgili bulunduğu tarihi belleğinin çökeceğini” yazılıydı. Ayrıca: (….) “T.B.M.M.’nin konferansa katılmaması ise, bütün cihanın büyük bir istek gösterdiği ve beklediği barışı çıkmaza sokacaktır. Bu ağır sorumluluğu ne Padişah’ın hükümeti, ne de T.B.M.M. yüklenebilir” şeklinde bir de tehdit cümlesinin yer aldığı telgrafta, padişah hükümetini T.B.M.M’nin tanıması istenmekte, Ankara’ya bir delege yollanmakta ısrar edilmekteydi.
30 Ekim günü T.B.M.M’nde bu konuda sert tartışmalar yapıldı. Saat 17.00′ yapılan kapalı oturumda M. Kemal Paşa kürsüye çıkarak bir konuşma yaptı. Tevfik Paşa, oğlunu gizli olarak M. Kemal’e göndermiş, İngiliz’lerin, İstanbul ile Anadolu’nun ayrı ayrı cepheler durumunda bulunmasından yararlanıp Halifeliğin hâmisi sıfatını elde etmeye çalışacağından, meseleye layık olduğu kadar önem vermesini rica etmişti. M. Kemal, bundan sonra Tevfik Paşa’nın telgrafını ve ona verdiği cevabı ve yine Tevfik Paşa’dan gelen yeni bir telgrafı okudu. Söz alan Rasih Hoca (Kaplan): “Bâbıâli konferansa gitmezse bu onun bütün İslâm âleminin ilgili bulunduğu tarihi hüviyetini yok eder” diyen Sadrazam’ın sözlerini mugalata olduğunu, şeriata göre hükümdarın çoban, ve gözettiklerinden sorumlu bulunduğunu söyleyerek, padişaha Vahdeddin’in “câni” ve “hain” olduğunu adını Halife ordusu koyduğu haydutlarını, vatanı kurtarmaya çalışanların üzerine saldırttığını söyleyerek: “Bâbıâli padişahın dayandığı istilâcı kuvvetlerin pek yakında yıkılıp gittiğini göreceğiz” dedi.
Rahis Hoca’nın görüşü, M. Kemal’in çevresindeki Müdefa-I hukuk adiyle anılan Birinci Grup’un görüşüydü. Onun ardından kürsiye, İkinci Grup’un liderlerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) gelerek, M. Kemal’in olmasına rağmen görüşünü şu sözlerle açıkladı: “İslâm âlemi Ankara’ya bağlıdır: İstanbul’un bu tel yazısında birlik fikri değil, fesat tohumları vardır. Esasen kendilerini varsaymadığımız insanlarla yazışmaya girilmemelidir. Reisimiz Paşa Hazretleri Tevfik Paşa’ya nezaket göstererek şahsen cevap vermişlerdir. Hatta bana kalsa bu cevap verilmemeliydi”.
T.B.M.M. 2. Başkanı Ali Fuat Paşa (Cebesoy) da söz alarak, 1921’de kabul edilen Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun 11. Maddesiyle, hakimiyetin padişahtan alınıp millete verilmiş bulunduğunu, Padişahlığın ortadan kaldırması yerine T.B.M.M’ne geçtiğini anlatıp, sözlerine şöyle devam etti: “Barış konferansında fitne çıkaracak ve ikililik ihdas edecek olan Saray ve hükümetinin Türk milleti üzerinde hiçbir vaziyetin kalmadığını hakkındaki kararlarınızı bütün cihana bir kere daha ilân edelim ve bu suretle düşmanlarımızın sonuncusu olan saray ile hükümetini ortadan kaldıralım.”
Birkaç mebus konuştuktan sonra Doğu cephesi Kumandanı Kâzım (Karabekir) Paşa, ilk kez Meclis kürsüsünden şu konuşmayı yaptı: “Bâbıâli gitmezse İslam âleminde büyük tessür uyanırmış deniyor. Cihan harbinde Kutsal Cihat ilan edilmişken birçok cephelerde müslümanlarla karşı karşıya çarpıştık; İstiklal Savaşı yaparken, bize karşı Padişah tarafından cihat fetvası çıkarılmış iken İslâm kardeşlerimiz Anadolu milletine ellerini uzattılar, İstanbul hükümetini lanetlediler.”
İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Rauf Bey (Orbay) de, Tevfik Paşa’nın talgrafına çatmış, İslâm âleminin, İslâm dininin gerçek koruyucusunun Türk milleti, T.B.M.M. olduğunu anladığını söylemiş, “Halk İstiklâlini almıştır, İslâmı ve Türkiye halkını kimse iğfal edemeyecektir” demişti.
Son sözü alan Dahiliye Vekili Fethi Bey (Okyar) de, Sarayı ve Bâbili’yi kaldırmayı ve bu kararın ilânını ısrarla isteyerek, Tevfik Paşa’nın telgrafına işaretle: “İngiltere Başvekili Llody George’ un zihniyetini taşıyan adamların teşsiki de olmuştur. Eğer buna bir set çekmez ve T.B.M.M hükümetinden başka bir heyetin söz söylemeye hakkı olmadığını âleme kesinlikle ilân etmeyecek olursanız, elbette düşmanlarımız bizi barış antlaşmasına zayıf düşürmeye çalışacaklardır. Meclisin bu yolda kararını açıklaması ve set çekmesi vatan vazifesidir.” demişti.
Bu konuşmalarda, T.B.M.M’nin Bâbıâli’nin hiçbir temsil yetkisi olmadığı, Tevfik Paşa’dan gelen telgrafa hiçbir cevap verilmemesi konusunda mutabakatı ifade olmuştu. Sonuç olarak 83 imzalı bir takrirde “Osmanlı İmparatorluğu ile Padişahlığın zeval bulunduğu Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu ile hükümdarlık haklarının millete ait olduğu” nun karar altına alınması önerildi: bu taktirde M. Kemal Paşa’nın da imzası vardı. 31 Ekim ile Kasım arasında, müşterek bir karara varmak için, birbirine uymayan fikirlerin temsilcileri arasında görüşmeler yapıldı ve 83 imzalı takririn 6. Maddesi şu şekilde sokuldu: “Halifelik; Türklere, Osmanoğulları ailesine aittir. Türkiye Devleti halifeliğin dayanağıdır. Halifeliğe T.B.M.M., bu ailenin bilgice ve ahlakça ehil ve yetişkin olanını seçer. T.B.M.M. hükümeti Halifelik makamını, esir bulunduran yabancıların elinden kurtaracaktır.” Bu takrir müzakereye konmadan önce, hocaların itirazları kulise hakim oldu.
M. Kemal Paşa, Saltanat ile halifeliğin ayrı ayrı yürütülebileceğini kanıtlamak için, 1 Kasım günü T.B.M.M.’nde, bütün Türk tarihini en özlü bir biçimde özetleyen tarihi bir demeç verdi. Bu konuşmada Türklerin Orta Asya’da devletler kurmalarından günümüze kadar tarihi gelişimini anlatarak, Hz. Muhammed’in kişiliği, kendisinden sonra gelen halifeler, Emevi ve Abbasi halifeleri, Endülüs’deki halifeler üzerine durdu. Bu konuşmadan sonra mebusların verdikleri önergeler, Teşkilât-ı Esâsiye, Şer’iye ve Adliye Komisyonlarına havale edildi. Meclisin bir odasında toplanan bu üç komisyon başkanlığına Hoca Müfit Efendi seçildi. Üç Komisyonun bu ortak toplantısında bir kısım üyeler Saltanat ile Hilâfet’in birbirinden ayrılamayacağını ileri sürdüler.
Görüşmeler olumsuz bir yöne dökülmeye başlayınca toplantı odasında bulunan M. Kemal Paşa, müdahale gereği duyarak, komisyon başkanından söz aldı ve yüksek sesle şunları söyledi: “Efendim, Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim icabıdır diye, görüşmeyle, münakaşayla verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardı. Bu zorbalıklarını altı asırdan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu mütevazicilerin hadlerini bildirerek isyan ederek hâkimiyet ve saltanatını kendi eline, fiilen almış bulunuyor. Bu bir oldu-bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten oldu-bitti haline gelmiş hakikati ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce, yerinde olur. Aksi takdirde, yine hakikat gerektiği gibi ifade olunacaktır. Fakat ihtimal, bazı kafalar kesilecektir. İşin ilmi tarafına gelince, hoca efendilerin merak ve endişelerine hiç yer yoktur. Bu hususta ilmi izahat vereyim. (…)” Bundan sonra uzun uzun birtakım açıklamalarda bulundu. Bunun üzerine Ankara mebuslarından Hoca Mustafa efendi: “Affedersiniz efendim, dedi, biz meseleyi başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık” dedi ve sorun ortak komisyonda çözümlendi. Kanun tasarısı süratle hazırlandı ve aynı gün T.B.M.M.’nin ikinci oturumunda okundu. Ad okunarak oya konulması önerisine karşı kürsüye çıkan M. Kemal “Buna hacet yoktur. Memleket ve milletin istiklâlini ebedi olarak koruyacak esasları Yüce Meclis’in oy birliği ile kabul edeceğini zannederim.” dedi.
Yapılan oylamada, yalnız bir tek kişi menfi oy kullandı. Böylece 1 Kasım 1922 tarih ve 307 sayılı kanunla saltanat kaldırıldı. T.B.M.M.’nin kararı bir bildiri ile içte ve dışta ilan edildi.
T.B.M.M’nin saltanat konusundaki kararı şuydu:
1-) Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu ile Türkiye halkı hakimiyet ve hükümdarlık haklarını, gerçek temsilcisi olan T.B.M.M. ‘nin tüzel kişiliğinde, bırakılmaz, parçalanmaz ve başkasına aktarılamaz olarak temsile ve fiilen kullanmaya ve milli iradeye dayanmayan hiçbir kuvveti ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle, Misak-ı Milli sınırları içinde T.B.M.M. hükümetinden başka hükümet şekli tanıma; binaenaleyh Türkiye halkı, şahıs hakimiyetine dayanan İstanbul’daki hükümet şeklini 16 Mart tarihinden itibaren tarihe intikal etmiş saymıştır;
2-) Halifelik, Osmanoğulları hanedanına ait olup, Halifeliğe T.B.M.M tarafından bu hanedanın, bilinçce, ahlakça en yetişkin ve en iyi olanı seçilir. Türkiye devleti, halifelik makamının dayanağıdır.