KAĞITHANE MESİRESİ
Eski kağıt imalathanelerinin, un değirmenlerinin ve baruthanenin bulunduğu kağıdhanesahrası cirid oyunlarının, ok talimlerinin ve yarışların tertid edildiği bir eğlence yeriydi.
1530 haziranında, Kanuni Sultan Süleyman` ın oğulları Şahzade Mustafa, Mehmed ve Selim` in sünnet düğünleri Atmeydanında başlamış ve üç hafta devam ettikten sonra Kağıdhane sahrasında bir koşu ile sona ermişti.
Kağıdhane on sekizinci asırdan evvel de aleleriyle meşhurdu. Evliya Çelebi burdakiLalezar Mesiresinde Kağıdhane Lalesi ismile meşhur olanLale-i gûnagûn dan bahsederek Lale vakti burayı görenin aklı perişan olur demektedir.
Gene Evliya Çelebi2 nin anlattığına göreKağıdhane deresi kenarındaki İmrahor kasrı dere kenarında ahşab bir binadır. Al-i Osman padişahlarının atları burda çayrlar, İstanbul emiri burada oturur, dünyada naziri olmıyan bir teferrücgâhtır. Nice azim çınarları vardır
Kağıdhane deresinin iki kenarı çınar ve kavak ağaçlarile süslüdür. Tail günleri Preme` ye süvar olmuş nice bin pir ve civan bu cayî meserrete gelip, eğlenirler, bazı canlar nehre girip şinaverlik ederler veGül pembe misal vücud nazeninler de ibrişim futalara sarılıp mahiler gibi gavvaslık eder.
O sıralarda Kağıdhane mesiresindesazın, sözün haddi, pâyanı yoktu. Fakat asıl Kağıdhane 18. asırda III. Ahmed` in ve zevk sahibi veziri İbrahim Paşanın zamanındaLale Devri ile dillere destan olmuştu.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendinin Paristen getirdiği Versay bahçelerinin ve köşklerinin planlarına göre Kağıdhane deresi etrafında Padişaha, vezirlere mahsus altmış kadar kasır inşa olunmuş ve kıyılar Kırkağaca kadar imar edilmişti.
Bu kasırlar arasında en meşhuru Sâdabad` dı. Derede çağlayanlar yapılmış ve geceleri kaplumbağalar üzerine mumlar dikilerek lale bahçeleri arasında çırağanlar tertib olunmağa başlanmıştı.
İstanbul` u baştanbaşa bir lale yetiştirme merakı sarmış, çiçek pazarlarına muhtelif isimlerle yeni cins laleler çıkartılmıştı. Lale soğanları bu yüzden bajaya çıkarak hatta mahbub tesmiye olunan lale beş yüz altına satılmaya başlamış, merakı olup edinemeyenlere dağ-ı derun olduğundan envai laleye narh konulmuştu.
O yıllarda Kağıdhaneyi lale tarhları, havuzlar, fıskiyeler ve renk renk köşkler içinde gören bir İran şairi hisleriniDağ ateş lale ateş ümmi dünya ateşest mısraile ifade etmiştir.
Göz kamaştıran Kağıdhane bahçelerinin ve kasırlarının hikayeleri halk arasında türlü dedikodulara yol açmış, bilhassa sefahetin alıp yürümesi hoşnudsuzluklara sebeb olmuştu. İbrahim Paşa` nın kağıdhanedeki kayık seyranlarında güzel hanımların kayıklarına altın atarak sataştığı söyleniyor,bir lale soğanının bin altına satılıp, alınması herkesi düşündürüyordu.
Patrona ihtilali yalnız Lale Devri şahsiyetlerinin başlarını almakla kalmamış, Kağıdhane kasırlarını, bahçelerini, yıkarak o meşhur semti düz bir sahra haline getirmişti.
Kağıdhane bir zaman sonra tekrar şenlenmeğe başlamış bilhassa III. Selim ve II. Mahmud un burada yeni kasırlar inşa ettirmeleri mesireye tekrar halkın rağbetini çekmişti.
Kağıdhane mesiresinin vakti ilkbahardı. Hıdrellezden itibaren halk kayıklarla, arabalarla tatil günlerinde bu mesireyi doldururdu.
Kağıdhanede en zevkli alem, çağlayanların mehtabıdır. Ay ışığının aşk divaneleri gibi taştan taşa başvurup giden o musanna cuyibara düşüşü nurdan daireler teşkil eder.
Kağıdhaneye arabayla, kayıkla hatta yaya bile gidilir. Arabayla gidilsin, kayıkla gidilsin evvela ziyaret için Eyübe teveccuh olunur. Erkekler cuma namazını kılarlar, kadınlar da o zamana kadar türbe bahçesi denilen yerde biraz safa ederler.
Eski kağıdhaneden bugün hiç bir hatıra kalmamış. İkinci Dünya Harbi sıralarında Çağlayan, İmrahor kasırları tamamen yıktırılmış ve daha fena olarak dere içindeki çağlayanı temin eden oyma mermer kademeler ve eski nişan taşları da sökülmüştür.
Nedim` in ölmez mısralarında bütün binalarile, bahçelerile, çiçekleri ve renklerile yaşıyan eski Kağıdhane bugün bir harabedir.
BEŞİKTAŞ MESİRESİ
130 sene evvel Boğaziçi kıyılarında dolaşan AvusturalyalıMüverrih Hâmmer, Beşiktaştan şöyle bahsetmekdir. Dolmabahçe kasrını geçer geçmez Beşiktaş` ın yazlık sarayları ve bahçeleri başlar, bu mevki Osmanlı hükümdarlarının yaz mevsimlerinde oturmayı sevdikleri fevkalade güzel bir yerdir.Buranın tercih olunmasına sebeb birbirine yakın romantik bir kaç vadinin arasında bulunması ve sahilsarayların gerisindeki sırtlardan denize doğru manzaranın fevkalade olmasıdır. Bu vadiler umuma mahsus teverrüc ve seyir yerleridir. İstanbul2 da umumiyetle görüldüğü gibi bu vadilerin her birinde türbeler ve mezarlıklar bulunmaktadır.
Beşiktaş` ta halkın alakasını çeken iki ziyaretgâh vardır. Bunlardan biri büyük Türk denizcisi Barbaros Hayrettin` in diğeri de Kanuni Sultan Süleyman` ın süt biraderi Yahya Efendi` nin türbeleridir.
I. Sultan Selim` in Trabzon Valiliği sırasında Kanuni Süleyman` la beraber aynı yıl dünyaya gelen Yahya Efendi, süt biraderinin hükümdarlığu esnasında İstanbul` a hicret etmiş ve umumi hayata karışmayarak mutasavvıfhane bir hayat yaşamıştır.
Yahya Efendi` nin vefatından sonra III. Murad üzerine bir türbe yaptırmış ve burası bir ziyaret ve seyran yeri halini almıştır. Her çarşamba günü tarikate mensub bulunsun, bulunmasın kalabalık bir halk kütlesi , dervişlerin zikirlerini görmek üzere buraya gelmeye başlamışlardır. Yahya Efendi seyrangâhı serviler arasında temiz havalı ve güzel manzaralı bir yerdir.
Devrinin mühim ruhani şahsiyetlerinden biri olan Yahya Efendi, Trabzon` dan İstanbul` a hicret ettiğinde Beşiktaş semtinde bir bahçe satın almış, buraya bir ev yanına da bir mescid yaptırmıştı.
Bu Beşiktaş bahçesinde zaman zaman Yahya Efendi` nin ağzından mevzun sözler işitilir ve halk (vakıfı esrarı hakikat) olan şeyhin bazı kerametlerine de inanılırdı.
Yahya Efendi dünya işlerinden elini çekmiş olarak Beşiktaş` taki dergahında Üveysi tarikatının pıri sıfatı ile şeyhlik yapmış ve mutasavvıfhane şiirler söylemişti. Yahya Efendi 1570 tarihinde cefat ettikten sonra dergahın bahçesine tarikat mensubları ve bazı meşhur sahsiyetler defnedilmeye başlamıştı.
Evliya Çelebi İstanbul halkının yaz günleri gidip vakit geçirdikleri bu eski mesireyi içine asla güneş tesir etmiyen çınar, söğüd, sakız, servi, ceviz ağaçları ile süslü bir çimanzardır diye anlatmaktadır.
Evliya` nın muasırı olan Eremya Çelebi` de Beşiktaş semtinden buradaki bahçeler,mandıralar mesire yerleridir.İlerde Yahya Efendi` nin türbeisne pek çok Türkler ziyarete giderler, sahilde müftilerin, kadıaskerlerinin arkalarında bostanları bulunan evleri vardır diye bahsetmektedir.
EMİRGAN
Bizans zamanında Baltalimanından İstinye koyu kıyılarına kadar büyük bir servilik vardı. Bu koyun bir ucunda gece,diğer tarafında ışık ilaheleri adına yapılmış mabedler bulunuyordu.
16. asırda bugünkü Emirgan semtinde tepelere doğru Münşeat sahibi Feridun Bey`in bahçeleri uzanıyordu. O yıllarda bu büyük ve güzel bahçelerde ziyafetler tertib olunuyor,meşveretler kuruluyordu. III. Mehmedin saltanatında Damad İbrahim Paşa Safiye Valide Sultanın cariyelerine zaman zaman Feridun Bahçesinde her biri altıbin dükaya mal olan büyük ziyafetler veriyordu.
IV. Muradın Revan seferinde esir edib hizmetine aldığı Emirgüne oğlu Tahmasb Kulu Han Padişahın nedimleri arasına girmiş ve kendisine Boğaziçinde Feridun Bey bahçesile,Ahırkapıda mükellef bir saray,Kağıdhanede bir çiftlik ihsan olunmuştu.
Emirgüne oğlu,eski Feridun Paşa bahçesinde kendisine yeni bir köşkle,kıyıda büyük bir sahil saray yaptırtmıştı. Bu büyük yapı İran tarzında nakışlarla,oymalarla,çinilerle süslüydü. Ve içinde IV. Murada mahsus göz kamaştıran bir taht bulunuyordu. Padişah sıcak yaz günlerinde tebdil kayığı ile Emirgan yalısına gelir ve Yusuf Paşa ismini almış bulunan eski Revan hakiminin tertib ettiği musiki ve eğlence alemlerinde bulunurdu.
IV. Muradın ölümünden sonra Sultan İbrahim Emirgüne oğlunu katlettirmiş ve Boğaziçindeki yalısile,köşkünü,korularile beraber Kara Mustafa Paşaya ihsan eylemişti.
Kara Mustafa Paşa inşaata meraklıydı. Emirgüne oğlunun İran zevkine göre yaptırdığı sahil sarayı değiştirip,güzelleştirmişti. Fakat Emirgan sarayı,Tahmasb Kulu Hanı olduğu gibi Kara Mustafa Paşayada uğur getirmemiş,her ikiside cellat elinde can vermişlerdi.
Yalı daha sonra Şeyhülislam Mirza Mustafa Efendiye intikal etmişti. Efendinin vefatında bu meşhur kaşhane ilmiye ricalinden muhtelif şahısların tasarrufuna geçti. 18. Asır sonlarında eski Feridun Paşa bahçelerinin ve emirgan sarayının yerinde devrin meşhur şahsiyetlerinde aid sahilhaneler bulunuyordu.
I. Abdülhamid varis bırakmadan ölen Şeyhülislam Esat Efendi zade Mehmed Şerif Efendinin yalsı yerinde bir cami, bir hamam ve dükkanlarla yeni bir semt kurulmasını irade etmişti. Kısa bir zamanda tamamlanan bu inşaat münasebetile şair (Mükemmel cami ve hamam ve menziller binasile yeniden bir güzel şehr-i dilara eyledi şadan) demişti. Ve Emirgan caminin Boğaziçi güzelliklerine açılan pencerelerinden bakarkende
Ederler revzeninden gülistan-ı cenneti seyran
mısranı söylemişti.
Gümrükçü Osman Paşanın inşa ettirdiği büyük sahil saray,sonradan Serasker hüsrev paşaya intikal etmiş ve ölümü ile bu muhteşem yalı sadrazam Reşid Paşa uktesine geçmişti. Reşid Paşanın vefatında da yalı bir müddet fer`iye dairesi olarak kullanılmış ve bazı yabancı misafirler burada ağırlanmıştı.
Emirgan korusunun bir kısmı eski yıllarda bir mesire yeri halinde halkın tenezzühüne açık tutulurdu. Cuma ve pazarları burası kalabalık olur. Tokmakburnu üstündeki korularda halk,sıcak yaz günlerinde serinlenip dinlenirdi.
Bugün Emirganda eski boğaziçinin bir parçası,asırlık çınarlar altında toplanmış gibidir. Çınarların altı günün bazı saatlerinde Çallı`nın Emirgan tablosunda görülen neşeli ışıklarla pırıldar,akşamları yedi taraflı mermer çeşmenin üstündeki altın hatlı kitabelerde (Hümaşah valide kadın) soluk yüzünü hayal edersiniz.
Bu hayaller ve sesler içinde belki yaz gecelerinin en durgun anında eski Emirgan sarayının bahçelerinden Tahmasb Kulu Hanın tertiblediği fasıllardan nameler duyulur.
Bilhassa akşam üzerleri vapurlarla,otobüslerle hususi otomobilllerle buraya gelen şehirliler, bütün bu hatıralar arasında ve güzel manzaralar karşısında kahvelerini,çaylarını zevkle içerler. Nargile meraklılarıda keyifle nargile içmeğe Emirgana gelirler.
Asırlık çınarlar altında daima görülen simalar arasında tarih profesörü İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve zaman zaman da büyük şair Yahya Kemal vardı. Bazı saatlerde tarihimizin güzel günlerine aid tatlı sohbetlere dalarlardı.
Emirgan bir eski mesiremiz olmaktan ziyade bir yeni alemimizdir. Akşamları zenginleri,orta hallileri,fakirleri orada sükuna dalmış görürsünüz.
İSTANBUL BAHÇELERİ
Eski İstanbul`un hususiytelerinden birinide bahçeler ve mesireler teşkil ediyordu. Sıcak mevsimlerde şehirliler,tatil günlerini mesirelerde yemek yiyerek,saz dinliyerek,oyunlar seyrederek neşe içinde geçirirlerdi.
Marmara,Boğaziçi ve Haliç kıyılarındaki,sırtlarındaki bu mesireler büyük ağaçlarile,yeşilliklerile,akarsularile birer cennet bahçesini hayal ettiriyordu.
İstanbul`da semtlerin ve mesirelerin mevsimleri vardı. Rical ve zenginler bahar aylarında Haliç kıyılarına inerler,buradaki sahilhanelerinde,bahçe ve mesirelerde baharın ılık günlerini,güzel çiçekler seyrederek bülbüller dinliyerek geçirirlerdi.
Yaz aylarında Boğaziçi kıyılarında latif bir serinlik içinde yaşanırdı. Kayıklar,koço arabaları halkı kıyı ve tepe mesirelerine taşıyıp dururdu. İstanbul bahçeleri daha ziyede sedler,sofalar halinde tanzim olunur,hendesi şekillerden,tenazurdan mümkün olduğu kadar kaçınılırdı. Bahçelerimizde (meşcereler),çemenzar avlular,sofalar ve (meydanlar) bulunurdu.
Bahçelerde havuzlara,fıskiyelere ve yeryüzünde su kanallarına bilhassa ehemmiyet verilirdi. Fıskiyelerin envaı yapılır,daha sonraki devirlerde mermer havuzlarının ve su yollarının içine balık şekilleri oyulurdu.
Su sesi ve musikisi sevilip evlerde olduğu gibi bahçelerde de bir tatlı şırıltının zaman içinden mütemadiyen akıp gitmesi istenirdi.
Bahçelerde çimli sedler,sofalar ve arada da yer yer,güller,sümbüller,karanfiller,laleler gibi çicekler bulunurdu.
Bahçelerin hususiyetlerinden birinide servi ağaçları teşkil ederdi. Servilerin arasına pembe,beyaz çiçekler açan bazı ağaçlar da dikilirdi. Bunlar çiçeklenme mevsiminde servilerle nefis bir tezat vücude getirirdi.
Birer odadan ibaret kasırlar ekseriye bahçeler ortasında inşa edilir,bu tek katlı odaların,kameriyelerin önlerinde yeşillikler,çiçekler arasında havuzlar bulunur,bazan sofaları çevreliyen ahşab parmaklıklar,çardaklar tatlı renklerle boyanırdı.
Yaz mevsimlerinde bahçeler,evlerden ziyade tercih edilir. Gölgeli ağaçlarla süslenmiş süslü sofalarda,serin havuzların kenarında oturulur,sazlar çalınır,sohbetler edilirdi.
Evlerde,konaklarda olduğu gibi,saraylarda da bahçeler hükümdarların pek rağbet ettikleri yerlerdi. İstanbul sarayları biniş kasırları,büyük bahçeler,ağaçlıklar arasında bulunurdu.
Hükümdarlar,günlerini bu biniş kasırlarında,havuzlu bahçelerde geçirirler,buralarda eğlenirlerdi. III. Murad bir gün kız kardeşi,Sokullunun zevcesi Esmahan Sultan`ın sarayına gitmişti. Padişah hemşiresinin (Bahçesinde seyir ve sefada iken (fevfkalade güzel iki kız huzuruna getirilmiş ve burada biraz saz çalmışlardı. III. Murad`ın bu kızlara (rabet ve meylini gören)Esmahan Sultan,padişahın ardından her ikisinide saray-i amireye göndermişti.
Bahçelerde yemekler verilir,eğlenceler tertib olunurdu. III. Mehmedin validesine İstinye`de Feridun Paşa bahçesinde büyük ziyafetler çekilmişti.
İstanbul tarihindeki ağaç,çiçek ve bahçe sevgisinin en güzel misali 18. Asırda görülmüş,Haliç ve Boğaziçi kıyılarını renk renk lale tarhları kaplamış,gündüzleri bu bahçelerde hayattan kam alınmış,geceleri fanuslarla sırtlarında mumlar yanan kaplumbağalarla aydınlatılan laleler arasında şiir ve musiki saatleri yaşanmıştı.
III. Ahmed,zevk sahibi sadrıazamı Damad İbrahim Paşa ve devrin ricali zenginlerile bir rüya kadar güzel olan bu zamanları geçemiceğine inanmış, bahçelerile,binalarile,sazı,sohbeti ve muhaşereti ile İstanbul hayatı zevkin en ince bir mertebesine ulaşmıştı.
Lale,bahçelerimizin ve sanat eserlerimizin en güzel bir ziynet idi. 16. Asırdan beri Türkler bahçerlinde lale yetiştirmişler ve çok sevdikleri bu çiçeğin resimlerini,kumaşlarına,çinilerine,gümüş ve bakır,deri,fildişi ve tahta işlerine nakşetmişlerdir. Lale,İstanbul`dan Avrupa`ya gönderilmişti.
18. asırda İstanbulda bir lale merakı başlayınca dünyanın her tarafından,buraya lale soğanları gönderilmiş va lalelerin fiyatları pek yükselmişti. İran`lıların (lale-i duhteri) adındaki soğanına İstanbul`da (mahubub) ismi verilmişti.
28 Çelebi`nin neyzeyi gülşen,Reis Efendi`nin feyzi bahar,Aksaraylı İsmail Efendi`nin bahar pira,Kaptan Paşa`nın meyşirane isimli lalelerine seksener kuruş nark konulmuştu. Diğer bir çok lale nevileride sahiblerinin isimlerile ilan olunmuş hepsine muayyen fiyatlar takdir edilmişti.
III. Ahmed Devrinde İstanbul bahçeleri renk renk lale tarhlerile göz alıcı bir güzellikteydi. Bu lalaler arasında veziriazam İbrahim paşa nisbet edilen (ibrahimi) ismindeki lalenin rengi eflatun üzerine beyaz benekliydi. (taci kayser) adındaki cinsin rengi gümüşi,peymanei,gülgün ateşin renkli ve alev manzaralı idi.
Meraklılar renk renk laleler yetiştiriyorlar ve lalelerin nevileri hakkında risaleler kaleme alıyorlardı. Eski bir lale defterinde bazı lale isimleri:
(elmaspare,camucemi,daıdil,müferrihizat,vefkimeram,cevherisirab,gülrengi feyz,esrarı zafer,mishabı feyz,berki rana,ferah peyker,behçet evza,mazharı şeref,nuru behçet,peykeri çırağan,hüsnügülzar,mensubu kuzeh,teshibi çemen,cilve engiz,nuru sefit,nadire,nuru saadet,cilvegah,peymanei gülgün,ruhu şekayık,sim endam)
18. asrın ortasına kadar türk bahçesi hendezi şekillerden uzak genişlik,ferahlık ve sukünet ifade eden klasik karakteri içinde kalmıştı. Bu asır ortalarında ev üslubumuz üzerine tesir eden rokoko bahçelerimizede girmişti.
Yabancı bahçe tertibleri saray ve konaklara alınan Rum ve yabancı bahçıvanlşar tarafından yapılıyordu. 1791 yılında Beşiktaş sarayının bahçıvanı İstemat isminde bir Rum`du. Topkapı sahil sarayının 1836`da Heybeliada`daki kasrın bahçıvanlarıda yabancı idi. Daha sonraları bazı İstanbul zenginleri Fransız,İtalyan bahçıvanlar getirtmeye başlamışlardı.
1856`da ingiliz sefarethanesi bahçıvanı George Tarabya`daki sefaret bahçelerinde yaz kış yaprağını dökmeyen cinsten çiçekler ve ağaçlar yetiştiriyor ve bunları Boğaziçi`nin bahçe meraklılarına satıyordu.
18. yüzyıl sonlarında Danimarka maslahat güzarı Hubeshin Büyükdere`deki villasındaki çiçek bahçeleri çok meşhurdu. Bir gün villayı ve bahçeyi ziyaret eden III. Selim`in kız kardeşi çiçekleri ve bahçenin tezyinatını çok beğendi ve mimar Melling`ten neşataba sahil sarayının bahçelerini garb uslübünde düzenlenmesini istedi. Melling,ağaçlarla,sarmaşıklarla,gizli yollar ve labirentlerle saraya yeni bir bahçe yaptı.
18. yüzyılda neşatabat bahçeleri,lale tarhlariyle bezenmişti. Bu sarayın laleleri meşhur olduğu için yeni lalelerden bir çoğuna bu saraya izafetle neşatevza,neşatüfken,neşatbaş gibi isimler verilmişti.
19. yüzyılın ikinci yarısında ise bu bahçelerde ne III. Ahmed devrinin lalezarları,ne Hatice Sultanın mimar Melling`e yaptırtıdğı ağaçlıklı yollar kalmamıştı.
Bu tarihlerde,bahçede ortası yaldızlı,demir parmaklıklı bir kameriye ile bunu önünde büyük mermer bir havuz bulunuyordu. Bu havuza gayet iyi kesilmiş müteaddid mermer kazlar ağzından sular boşaltırdı. Bahçe arkalarına doğru setler halinde uzanır ve bu setlerde asırlar görmüş çınar,fıstık,çam ve zakkum ağaçları bulunurdu.
II. Mahmud zamanında babasile beraber İstanbul`a gelen İngiliz seyyahı Miss Pardöe Boğaziçi`ndeki bahçelerin efsanevi güzelliğinden hayranlıkla bahseder:
(Türkler bütün çiçekleri severler. Her evin bir bahçesi vardır. Kafesler arkasında gül ağaçları,binbir güzellikle görünür. Kameriyeler üzerinde güller ve akasyalar toplanır. Saksılar içinde muhtelif cins çiçekler yetiştirilir. Sheakespeare,Romeo Juliette`deki balkon sahnesini yazdığı vakit her halde Boğaziçi`ndeki bir Türk bahçesini hayal etmiş olmalıdır.)
19. yüzyılda Boğaziçi`nin güzel bahçelerinden biri Bebek`te evvelce Behçet Efendi`nin iken sonra küçük biraderi Abdülhak Molla`ya geçen yalının bahçesidir. Bilhassa gülleri meşhurdur.
II. Mahmud zamanında yüzbaşı iken Osmanlı hizmetine giren Mareşal Moldke Bebek`teki dolaşmalarından bahsederken bu bahçeyi de: (dostum Hekimbaşınıngayet çok güllerle dolu harikulade latif bir bahçesi var. Bahçe dağın uzunluğundaki etekte setler üzerinde kaindir. Oradan servi ağaçlıklı mezaristana geçilip gezinti mahallim olan eski bir kalye kadar çıkılır.) diye anlatıyor. Boğaziçi`nde Hekimbaşı bahçesi ismile maruf olan diğer bir bahçede Anadoluhisar`ında Hekimbaşı Salim Efendiye aid olan bahçedir. Buranın karanfilleri ve meyvaları pek meşhurdur.
Meyva çiçek merakı yanında bir de,havuzlarında her nevi canlı balık bulunduran ve hususi yerlerinde av kuşları besliyen Vaniköy`ündeki İhtisab ağası Hüseyin Bey`in yalısı vardı.
(Yalının bahçeleri son derece muntazam ve en nadide ağaçlarla tarh edilmiş olup her birinin üzerinde ismini ve nevini gösteren birer etiket bulunurdu.)
Keçeci zade Fuad Paşa`nında büyük bir bahçe merakı vardı. Kanlıca`daki yalısının tepelere kadar uzanan bahçesideki gayet muntazam bir ser yaptırmıştı. Paşa burada kendiside çalışırdı.
19. Yüzyılın ikinci yarısında Tarabya`daki şehzade Abdülhamid Efendi bahçeside devrin meşhur bahçelerindendi. İçinde asırlar görmüş büyük ağaçlar,akarsuları bulunan ve tepelere kadar çıkan bahçe pek güzel yapılmıştı. Bahçede çeşitli çiçekler kuşlar ve bazı hayvanlar vardı.
Bebek`teki Ali Paşa yalısı bahçeleri de halkın gezip dolaşmasına elverişli bir şekilde hazırlandıktan sonra 1868`de umuma açılmıştı.
MEYVE BAHÇELERİ
Eskiden İstanbul`un muhtelif yerlerinde meyva bağları bulunuyordu. Üsküdar`da,Kadıköy`ünde,Boğaz`ın bazı semtlerindeki bağlara hükümdarlarda gider buralarda vakit geçirirlerdi.
19. asırda İstanbul`da mevcut meyva meraklıları arasında Hekimbaşı Salih Efendi ile,Abdülmecid`in Validesi Bezmialem sultan da bulunuyordu.
Valide sultan bu merakı Salih Efendi`den edinmiş ve 1848 yılında Hekimbaşı vasıtasile memleketten getirttiği fidanlarla 573 cins meyveli bir bağ tesis etmişti.
Bu bağda yetiştirilmiş olan meyvalardan mühim bir kısmı bugün unutulmuş ve İstanbul`da artık cinsleride tükenmiştir. Bu meşhur bağda 206 armut,98 elma,25 ayva,43 şeftali,13 vişne,31 kiraz,21 kayısı,9 nar,11 incir ve dut,15 muşmula,59 üzüm,31 portakal cinsi bulunuyordu.
206 cins olarak yetiştirilmiş armutların bugün bize yabancı gelen isimleri vardı.(patlıcan armudu,bıldırcın armudu,türbe armudu,hümayun armudu,Preveze armudu,yazma armudu,cücük armudu,kabartmalı armudu,tıntın armudu,mum armudu,yusfi armudu,Belgrat armudu,pazar armudu,kraliçe armudu,tahiri armudu,gül fındık efendi armudu,bey armudu,manolaki armudu,kız limonu armudu… bu 206 ayrı isimli armuttan bazılarını evsafı anlatılmaktadır.(yerebasmaz armudu,saksıda yetişir,büyük bir tarafı al bir gül diğer tarafı mordur. Varna armudu, beheri 300 dirhem ağırlığındadır,elma kokuludur,uzun boylu tatlı armut,beheri yarım okka gelir,suludur. kavsara armudu yeşil kopardıktan sonra açık sarı olur,küçük,sulu,kumsuz;5-6 ay kadar durur,kokusu güzeldir. Kolma baca armudu beheri 100 dirhem ağırlığında mayısta olur sarı yuvarlaktır)
Valide sultan bağındaki 98 elma çeşitleri arasında (vişne elması,kavun elması,al şerbetçi elması,tavşanbaşı elması,şahrum elması,ekmek elması,kabak elması,civan elması,şeker elması,şarab elması,yağlı kızıl elması,….) gibi isimlileri vardır.
Eriklere gelince,(vardar eriği,mor patlıcan eriği,siyah Arnavut eriği,damaskina eriği,aynülbakar eriği,hekim eriği,bal eriği,pazar eriği,şeyhülazim eriği,al parmak eriği,ferman eriği,yumurta eriği,çatal eriği,şilte tabir olunur gayet tatlı,mor renkte,erik,aynaroz eriği) gibi cinsleri bulunmaktadır.
43 şeftali cinside dışarıdan getirilmişti.(sarı papa denir ala cinsten şeftali,beylerbeyi sarayından,büyük kıtalı az sulu yarma şeftali,paristen yeşil renkte türbe şeftalisi,Bursa`dan,büyük kıtada al renkte,mayhoşça şeftali,Tarabya kasrından,tüysüz,mayhoş papa şeftalisi,İranlı Raşid Ağa`dan bostani şeftali,Hekimbaşıdan şamdan,rengi gayet beyaz kış şeftalisi Halepten,Fransız şeftalisi,Beyoğlu`ndan Frenk bahçesinden lal renginde bir gül kokusu güzel misket elması büyüklüğünde şeftali,Bursa`dan ve Beylerbeyi Sarayından herbiri birer okkalık sulu şeftali Yenişehirden lezzetli Frenk şeftalisi derler. Cebellübnan şeftalisi Beyrut`tan alrenk iri taneli ufak çekirdekli ve sulu şeftali Varnadan…)
Bağdaki vişnelerde (çiçek vişnesi,süpürge vişnesi,ağustos vişnesi,kadı vişnesi,cafer vişnesi,morina vişnesi) gibi isimler alıyordu. Morina vişnesi nemçeden gelmiş,çırağan sarayı bahçesine ekilmiş ve oradanda valide sultanın meyva bağına aldırtılmıştı.
Valide sultan,31 çeşit kirazların çoğunu istinyede İbrahim bey yalısının bahçesinden getirtmişti. Bu yalıdan gelen kirazlar arasında (virani kiraz,dalbastı kiraz,tatlıoğlu kirazı) gibi isim alanları vardı.
Eskiden evlerimizi makbul meyvalrından birinide narlar teşkil ediyordu. Valide sultanın bağında 9 cins nar arasında (çiçek narı,kayısı kokulu nar,kadı narı,nifan tabir olunur nar,derviş nadi narı,şerbet narı,şurup narı) gibi isimlendirilirdi.
Muşmulaların da nevi vardı yumurta iriliğinde muşmula bahçıvan İzzet ağadan,aşısı frenkistandan gelmiştir. Çengelköyünden gelme ceviz büyüklüğünde nar,girebol tabir olunur,frenk üzümü gibi toplu,salkımlı olur,manzara ve çeşnisi gayet hoş muşmula, kıtası büyük yassı şekilde muşmula tokattan,hamdi paşa yalısından,kiraz renginde,20 tanesi bir yerde salkım salkım,kokusu güzel taneleri iri yarma muşmula,şamdan elma iriliğinde muşmula,donmaz bilakis çiçek açar rengi sarı olur.
Üzümlere gelince bununda 50 çeşidi vardı. Bunlardan bazıları (karadünya,bulgaristandan getirilmişti,yerli karaüzüm Boğaziçinden,kabuğu ince çekirdeği az karaüzüm,İzmir siyahı derler Ödemiş ve aydından taneleri iri,rengi sarı çekirdeksiz üzüm altı türlüdür. Edirne`den,İzmir`den kabak üzümü Tokattan,Merdivenköyünden siyah ve beyaz her salkımda karışık tatlı üzüm. Bağ üzümleri 7 türlüdür. Adanadan,Ankaradan,Konyadan,İzmirden lal renginde asma üzümü Tarabyadan,parmak üzümü Beyoğlundan,Erzurumdan siyah hanım parmağı,Topkapı sarayından,yediveren üzüm Çırağan sarayından,ceviz iriliğinde beyaz kabak üzümü Çeşmeden,Erenköy siyahı tabir olunan üzüm Erenköyden,Yeniköyden şam üzümü lezzeti hafif,tilki kuyruğu denilen tatlı üzüm)
Bağın serlerinde limonlarında envaı yetiştiriliyordu.(iri ve kabuğunun üzeri dilimli Bektaşi limonu yediveren limonu,çekirdeksiz limon,bardak limonu,iri ve sert az çekirdekli suyu az erkek limonu,Rodos limonu,armut limonu,biri diğerinin içinde hasıl olur sulu limon,birbirine yapışık çekirdeksiz limon,turunç limonu…)
Valide Sultanın bağında 11 türlüde portakal bulunuyordu. (Hindistan portakalı,büyük kıtalı portakal,dışı turunç resminde kızıl renkte ekşi portakal,Bağdat portakalı,kokusu pek latif sulu ve tatlı çekirdeksiz portakal,kan portakalı,mersin portakalı…)
Bağın incirleride nadide cinsten bulunuyordu. (patlıcan inciri,löp inciri,çiçek inciri,yaban inciri,beyaz incir,kavak taklidi tatlı ve ufak,lezzetli incir,en ala cinsten Sultan Selim iniciri,Tarabyadan beheri yarım okka gelir,siyah,tatlı incir,herbiri 100 dirhem ağırlığında lezzetli incir,yarısı siyah yarısı beyaz sakız inciri…)
Bağın her mevsiminde çeşitli meyvaları pek itinalı bir şekilde yetiştirilmiş bulunuyor ve valide bağı devrinin en meşhur meyva bağları arasında bulunuyordu.
SARIYER MESİRESİ
Eski asırlarda Sarıyer boş arsalardan ve tepelerden ibaretti. Boğazın Rumeli feneri burada bulunur ve öteleri Karadeniz sayılırdı. Bugünkü köy,fetihten sonra kurulmaya başlanmış ve 17. Asırda büyük bir semt halini almıştı. Sarıyerin sakinleri bağ ve bahçe işleriyle meşgul olan Anadolu Türkleri balıkçılık,meyhanecilik ve gemicilik yapan Rumlardı.
Sarıyer suları ve bahçeleriyle meşhurdu. Boğaziçinin en kıymetli sularının toplandığı bu mıntıkaya yazları çok ziyaretçi gelirdi.
Köye Sarıyer ismi bir rivayete göre orada yatan (Sarı Baba) isimli bir zata izafetle,bir tahmine görede yarlarının kızıl ve sarı renkte görünüşlerinden kinaye olarak verildiği ileri sürülmektedir. Evliya Çelebi burada vaktile bir altın madeninin bulunduğunu yazmaktadır. Sarıyerde 19. Asır sonlarında faaliyeti durdurulan bir bakır ocağıda mevcuttu.
İstanbulun en güzel bahçeleri,bağları Sarıyerdeydi. IV. Murad buraya yaptığı bir tenezzühte dere içindeki Çelebi sulak bahçesini pek beğenmişti. Bahçe sahibine (ben hadim-ül haremeyin olduğum halde böyle cennet gibi bir bahçeye sahib değilim) demiş,Çelebide: (padişahıma hibe olsun) cevabını vermiştir.
Evliya Çelebi bu fıkrayı naklederken (Sarıyerde bundan maada yedi bin bağ vardır. Cümle dağları, bağlarla müzeyyendir) demektedir.
17. asırda İstanbulda yaşamış bir Ermeni muharrir de yazdığı İstanbul Tarihinde Sarıyerin Manzarasını şöyle çizmektedir: (Sarıyeri hatırlayınca yüreğim titrer. Buradan vadiler ile dereleri bir körfez halinde olan denizi,Rumeli ve Anadolu sahillerini seyrederiz.)
Şair Nedim`in Boğaz içinde seyranlar yapıp,şiirler söylediği devirlerde Sarıyer,İstanbulun,sularından hastaların şifa umduğu,bahçelerinde,korularında eğlenildiği bir semt idi. Sarıyer 19. Asırda memba sularının etrafında yapılan müteadid çeşmelerle,havuzlar,setlerle ihya edilmişti. Suların çeşme kitabelerinde devalarından,verdikleri şifadan bahseden mısralar okunurdu. (hastaganın,teşneganın canına canlar katar, dilteşneleri cudi ile eyledi irva,iç bu nev ab zulali sadrına versin şifa)
Bahçelerde serinlenir,şifalı sular içilir ve saz dinlenirdi,saatler bazen bütün bir gün bu bahçelerde (şad ve handan) geçirilirdi. Herkes hayatından memnun eğlendiğine emin olarak evine dönerdi.
Eski devir İstanbullularından Ahmed Rasim bey Sarıyer sefalarını şöyle anlatmaktadır:(Sarıyer denildimi sular hatıra gelir. Fındıksuyu,fıstıksuyu,kızılcıksu,çırçır hünkarsuyu. Artık itikadımca oraya (suluyer) demeliydi.
…ben çırçırı severim. Sahibleride naziktir,terbiyelidir,temiz,mükrimdirler.incesazda şık,Kemani Kirkor,Kanuni Şemsi,Hanende Karakaş,gene onun cinsinden ismini bilmediğim top sakal,yusyuvarlak biri,udi Selim çalıyor.
Ben hem faslı tatlı tatlı dinledim hem de tethikatımı icra ettim. Gelen gelene. Gizli ve vakur celseleri envai burada. Fes yanındaki iskemleye atılmak bacak bacak üstüne konmak,bastonu koltuğa destek yapmak buraya mahsus vaziyetlerdendir. El ile bıyık burmak,rüzgar eserken terleyip mendille silmek,tebessüm etmek,ikide bir saati yoklamak,fesi düzeltmek bahanesiyle işred çakmak,sigara yapıp o içince içmek gibi hallerden başka etvarı müştakaneyi de değiştiriyor.
Bu eski mesirelerde asırlardır İstanbul nesillerinin gülüp,eğlendiklerini hatırlatacak hiçbir şey kalmamış gibidir. Büyük ağaçların altında sular aynı şırıltı ile akıp duruyor,şifalarına inanan nesiller kaybolup gitmiştir.
Bu mesirelerden birinin bahçelerinde eski kalabalık ve neşeli günleri düşündüm. Setlere çiğ bir badana bulaştırılmış,büyük sarnıcın yanındaki musiki sahnesinin kontrplakları yerlerinden kopmuş dört tarafa sarkmış duruyor,rahatsız sandalyeler üstünde oturup kahvenizi ve şifalı sularınızı içiyorsunuz.
Bir tatil gününde bile bahçeye yemeklerile gelmiş ancak birkaç aile var. Hasır ve şezlong istiyenlere ayrı tarifeler mukabilinde temin ediliyor.
Birdenbire radyo açıldı. Vadi hırıltılı şarkı seslerile çınlayıp duruyor,arkasından bir fasıl başladı. Masalar doluverdi. Karşımdaki harab sahne birdenbire derli toplu temiz bir hal aldı. Üstünde eski devrin musiki üstadlarını görür gibi oldum.
Karşı masada sabahlık kıyafetlerile saatlerce iskambil oynayan hanımlar bahçede koşarak tozu dumana katan çocuklar,setten sete birbirine haykıran adamlar silinip kayboldu.